Modern Zamanların Yorgunluğu: Tükenmişliğin Sessiz Çığlığı Prof. Dr. Kürşat Şahin Yıldırımer ile Özel Röportaj

  Hazırlayan: Ayşe Demir Yılmaz Parlak Işıkların Ardındaki Yorgunluk Sabah alarmı çalar çalmaz telefonumuza uzanıyoruz. Henüz gözlerimizi tam açmadan sosyal medya bildirimlerini kontrol ediyoruz. İşe giderken metroda, öğle yemeğinde, akşam eve dönerken sürekli ekrana bakıyoruz. Telefonlarımızın bitmeyen bildirimleri, alışveriş merkezlerinin cazibesi, sosyal medyanın sürekli yenilenen içerikleri… Her şey daha hızlı, daha parlak ve daha “bağlantılı”…

0 Yorum Yapıldı
Bağlantı kopyalandı!
Modern Zamanların Yorgunluğu: Tükenmişliğin Sessiz Çığlığı  Prof. Dr. Kürşat Şahin Yıldırımer ile Özel Röportaj

 

Hazırlayan: Ayşe Demir Yılmaz

Parlak Işıkların Ardındaki Yorgunluk

Sabah alarmı çalar çalmaz telefonumuza uzanıyoruz. Henüz gözlerimizi tam açmadan sosyal medya bildirimlerini kontrol ediyoruz. İşe giderken metroda, öğle yemeğinde, akşam eve dönerken sürekli ekrana bakıyoruz. Telefonlarımızın bitmeyen bildirimleri, alışveriş merkezlerinin cazibesi, sosyal medyanın sürekli yenilenen içerikleri… Her şey daha hızlı, daha parlak ve daha “bağlantılı” görünüyor.

Teknolojinin sunduğu sınırsız imkanlar, hayatımızı kolaylaştırma vaadi verirken bir yandan da bambaşka bir gerçeklik ortaya çıkıyor. Tüm bu ışıltının, parlaklığın ve sürekli erişilebilirliğin ardında, her yaş grubundan insanı saran derin bir mutsuzluk ve tükenmişlik dalgası büyüyor. Giderek daha fazla insan, sebep bulamadığı bir yorgunluk, açıklayamadığı bir boşluk hissi ve sürekli “yetersiz kalma” duygusuyla boğuşuyor.

Peki bu paradoksu nasıl açıklayabiliriz? Modern çağın bireye sunduğu tüm olanaklar neden mutluluk yerine tükenmişlik getiriyor? Bu sorunun derinliklerine inmek ve kökenlerini anlamak için sosyoloji ve klinik psikoloji alanındaki akademik çalışmalarıyla uluslararası birçok yayını ile tanınan, hem akademik camiada hem de toplum ruh sağlığı alanında önemli katkılar sunan Prof. Dr. Kürşat Şahin Yıldırımer ile bir araya geldik.

Bakınız: Dijital Detoks Rehberi Sosyal Medya Bağımlılığından Kurtulmak

Erişilebilir Dünyanın Tükenmişlik Paradoksu

Hocam, öncelikle sizinle bu önemli konuyu konuşma fırsatı bulduğumuz için çok teşekkür ederim. İlk sorum şu: Her şeyin bu kadar erişilebilir olduğu, elimizin altında olduğu bir çağda insanlar neden bu kadar yorgun ve mutsuz hissediyor kendini? Bunca imkana, seçeneğe ve özgürlüğe rağmen neden mutlu olamıyoruz?

Prof. Dr. Kürşat Şahin Yıldırımer: Öncelikle benimle bu önemli konuyu paylaşma fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Sorduğunuz soru aslında çağımızın en temel paradokslarından birine değiniyor. Norveçli sosyolog Thomas Hylland Eriksen’in “hızlanma çağı” kavramı burada çok açıklayıcı bir çerçeve sunuyor. Eriksen, “Hayatın temposu arttıkça, anlam arayışı da o kadar hızla tükenir” der. Bu ifade çok çarpıcı çünkü tam olarak içinde bulunduğumuz durumu özetliyor.

Bugün bireyler tarih boyunca hiç olmadığı kadar fazla özgürlük ve seçenek peşinde koşarken, ironik bir şekilde seçimlerin ağırlığı altında derin bir zihinsel yorgunluk yaşıyor. Amerikalı psikolog Barry Schwartz’ın “seçim paradoksu” dediği durum tam da bu: Ne kadar çok seçenek olursa, karar vermek o kadar zorlaşır ve tatmin düzeyi o kadar düşer. Her şey mümkün görünüyor ama hiçbir şey gerçekten tatmin etmiyor. Çünkü her seçim aynı zamanda diğer tüm seçenekleri kaybetmek anlamına geliyor ve bu kayıp duygusu bireyi sürekli kuşatıyor. Bu, toplumsal hızın ve aşırı seçenek bolluğunun ürettiği derin bir paradoks.

Tükenmişlik: Toplumsal Bir Hastalık

Bu çok ilginç bir tespit. Peki bu durumu sadece bireysel bir ruh hâli olarak mı değerlendirmeliyiz yoksa daha derin toplumsal kökenleri mi var?

Prof. Dr. Yıldırımer: Kesinlikle sadece bireysel bir durum değil. Bu çok önemli bir ayrım. Kanadalı psikiyatrist Joel Paris, modern depresyonu ve tükenmişliği toplumsal düzenin doğal bir sonucu olarak tanımlar. Paris’e göre, içinde yaşadığımız sistemin kendisi tükenmişlik üreten bir yapıya sahip. Başarı, performans ve sürekli kendini geliştirme üzerine kurulu bir sistemde tükenmişlik kaçınılmaz hale geliyor.

İnsanlar bugün sadece kendi sınırlarını, kendi kapasitelerini değil; aynı zamanda toplumun, ailenin, iş yerinin, sosyal çevrenin sürekli artan beklentilerini de taşımak zorunda kalıyor. Sürekli “daha iyi”, “daha başarılı”, “daha üretken” olma baskısı altındayız. Bu çok katmanlı beklenti yükü, bireyin ruhsal kapasitesini aşıyor ve sonunda bir çöküş yaşanıyor.

Ayrıca Alman sosyolog Hartmut Rosa’nın “sosyal hızlanma” teorisine de değinmek isterim. Rosa, modern toplumların üç türlü hızlanma yaşadığını söylüyor: teknolojik hızlanma, sosyal değişim hızlanması ve yaşam temposunun hızlanması. Bu üçlü hızlanma, bireyin dünyayla kurduğu anlamlı ilişkileri zayıflatıyor ve bir tür “rezonans kaybı” yaratıyor. İnsan, çevresindeki her şeyle daha yüzeysel ve anlamsız ilişkiler kurmaya başlıyor.

Sosyal Medya ve Kimlik Krizi

Sosyal medyanın bu süreçte nasıl bir rolü var? Günümüzün en belirleyici faktörlerinden biri gibi görünüyor.

Prof. Dr. Yıldırımer: Kesinlikle öyle. Sosyal medya bu tükenmişlik krizinde çok kritik bir rol oynuyor. Alman sosyolog Andreas Reckwitz, sosyal medyanın dayattığı “özgünlük” yarışını çok isabetli bir şekilde eleştirir ve şöyle der: “Özgünlük yarışına zorlanan birey, sonunda kendi benliğini tüketir.” Bu çok derin bir gözlem.

Bakınız: FOMO: Bir Şeyleri Kaçırma Korkusu ve Psikolojik Etkileri

Bugün insanlar yalnızca yaşamakla değil, kendilerini sürekli sergilemekle, performans göstermekle, başkalarına kanıtlamakla meşgul. Hayatın kendisi bir tür sahne performansına dönüşmüş durumda. Her an “görülme”, “beğenilme” ve “onaylanma” ihtiyacı içindeyiz. Bu görünürlük zorunluluğu, kimlik krizini tetikliyor; kişi zamanla kendi gerçek iç sesini duyamaz hâle geliyor. Artık neyi gerçekten istediğini, neyin kendisini mutlu ettiğini değil, neyin başkaları tarafından beğenileceğini düşünmeye başlıyor.

Bu noktada, meslektaşım Prof. Dr. Derya Berrak ile birlikte yürüttüğümüz ve tam bir yıl süren FOMO (Fear of Missing Out – Gelişmeleri Kaçırma Korkusu) saha çalışmamız da çok önemli veriler sundu. Uluslararası hakemli bir dergide yayımladığımız bu kapsamlı araştırmada, sosyal medya kullanıcılarının “her an her şeyi takip etme” baskısının nasıl kronik bir kaygıya dönüştüğünü ve tükenmişliği nasıl derinleştirdiğini somut verilerle gözlemledik.

FOMO, bireyin sürekli çevrimiçi kalma zorunluluğu hissetmesine, gerçek yaşamdan ve yüz yüze ilişkilerden giderek uzaklaşmasına neden oluyor. Katılımcılarımızın büyük bir kısmı, telefonlarını yanlarında götürmediklerinde veya internet bağlantısı olmadığında ciddi anksiyete belirtileri gösteriyordu. Bu, artık bir bağımlılık boyutuna ulaşmış durumda. İnsanlar, bir şeyleri kaçırma korkusuyla her şeyi takip etmeye çalışırken, ironik bir şekilde kendi gerçek yaşamlarını kaçırıyorlar.

Duygusal Yansımalar ve Yalnızlaşma

Bu kimlik aşınmasının, benlik kaybının duygusal yansımaları nelerdir? İnsanların iç dünyalarında ne gibi değişimler gözlemliyorsunuz?

Prof. Dr. Yıldırımer: Çok önemli bir soru sordunuz. Japon psikiyatrist Takeo Doi’nin “amae” kavramı burada önemli bir açılım sağlıyor. Doi, modern toplumların aidiyet, bağlılık ve karşılıklı bağımlılık yerine bireysel başarıyı, rekabeti ve bağımsızlığı kutsamasının insanları derinden yalnızlaştırdığını vurgular.

“Amae”, Japonca’da “başkasının sevgisine yaslanma, güvenle bağlanma” anlamına gelir. Hepimizin, psikolojik gelişimimizin en temelinde olan bu derin bir bağlılık, ait olma ve güvenle yaslanabilme ihtiyacı var. Ancak neoliberal rekabet kültürü bu doğal ihtiyacı “zaaf” olarak kodluyor ve bastırıyor. “Güçlü insan bağımsız olandır” mitosunu yaratıyor. Oysa insan doğası gereği ilişkisel bir varlık.

Bu baskılama, duygusal izolasyonu artırıyor. İnsanlar fiziksel olarak hiç olmadıkları kadar “bağlantılı” görünürken, duygusal olarak hiç olmadıkları kadar yalnız hissediyorlar. Amerikalı sosyolog Robert Putnam’ın “yalnız bowling” metaforu bu durumu çok güzel özetliyor: İnsanlar artık birlikte değil, tek başlarına bowling oynuyorlar. Topluluk hissi erozyona uğruyor, kolektif deneyimler zayıflıyor, herkes kendi başarı hikayesini yazma peşinde koşarken, asıl olan insani bağlar unutuluyor.

Klinik pratiğimde en çok karşılaştığım şikayetlerden biri de bu: “Her yerimde herkes var ama kimse yok” diyen hastalar. Yüzlerce arkadaşı olan ama gerçek bir dostluğu olmayan, binlerce takipçisi olan ama kendini hiç bu kadar yalnız hissetmemiş insanlar. Bu derin bir varoluşsal yalnızlık.

Özgürlük mü, Baskı mı?

Çok çarpıcı tespitler bunlar. Aslında baktığımızda sanki herkes özgür, herkes istediğini yapabiliyor ama bir o kadar da baskı altında. Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz?

Prof. Dr. Yıldırımer: Tam olarak öyle. Bu çelişki, çağımızın belki de en büyük ikiyüzlülüğü. Fransız sosyolog Alain Ehrenberg’in “Yorgunluk Toplumu” adlı eserinde söylediği gibi, “Artık yasaklayan baba figürü yok, onun yerine yeterince ‘kendin ol’ baskısı koyan, sürekli potansiyelini gerçekleştirmen gereken bir toplum var.”

Geleneksel toplumlarda yasak ve sınır belliydi. Neyi yapıp yapamayacağınız açıktı. Bugün ise görünürde her şey mümkün ama bu sınırsız olasılık aslında çok daha ağır bir baskı yaratıyor. Çünkü artık başarısızlığınızı dış engellerle açıklayamıyorsunuz. “Şu olmasaydı başarırdım” diyemiyorsunuz. Her şey sizin elinizdeyken başaramazsamz, suçlu da sizsiniz.

Güney Koreli düşünür Byung-Chul Han’ın “performans toplumu” kavramı bu durumu mükemmel açıklıyor. Han, modern toplumun artık disiplin toplumu değil, performans toplumu olduğunu söylüyor. Disiplin toplumunda “yapmalısın” emri varken, performans toplumunda “yapabilirsin” emri var. Ve bu “yapabilirsin” emri çok daha sinsidir çünkü içselleştirilmiştir. Artık sizi zorlayan bir dış otorite yok, kendinizi zorlayan içselleştirilmiş bir baskı var.

Görünürde özgürüz ama aslında sonsuz bir potansiyel baskısı altındayız. İnsanlar sürekli “daha iyi olmalıyım”, “potansiyelimi gerçekleştirmeliyim”, “başarılı olmalıyım” düşüncesiyle kendilerini tüketiyor. Ve bu tükenme, dışarıdan gelen bir zorlamanın değil, içselleştirilmiş bir öz-sömürünün sonucu. Bu yüzden çok daha tehlikeli ve yıkıcı.

Kısır Döngüyü Kırmak

Hocam, bu karamsar tablo karşısında insana umut veren bir şeyler söylemek gerekir. Bu kısır döngüyü kırmak, bu tükenmişlik sarmalından çıkmak mümkün mü? Bireysel ve toplumsal olarak neler yapabiliriz?

Prof. Dr. Kürşat Şahin Yıldırımer: Elbette mümkün, hatta zorunlu. Öncelikle farkındalık çok önemli. İçinde bulunduğumuz durumu anlamak, bunun kişisel bir zaaf değil, sistemik bir sorun olduğunu görmek ilk adım. Kendinizi suçlamayı bırakıp, sistemin dayattığı normları sorgulamaya başlamak gerekiyor.

Bireysel düzeyde, hızdan bilinçli bir kaçış şart. Bu, hayatınızı yavaşlatmak, daha seçici olmak anlamına geliyor. Her şeye evet demek yerine, gerçekten önemli olana evet demek. İtalyan “yavaş yemek” (Slow Food) hareketinin başlattığı “yavaş yaşam” (Slow Living) felsefesi bu konuda ilham verici. Hız tapınmasına karşı bilinçli bir direniş.

Dijital detoks periyotları da çok önemli. Sosyal medyadan belirli periyotlarda tamamen kopmak, telefonunuzu belirli saatlerde kapatmak, sürekli ulaşılabilir olmaktan vazgeçmek. Bu başta zor görünse de, zamanla bireyin kendine dönmesi, iç sesini duyması için gerekli bir alan açıyor.

Gerçek, derin bağlara yönelmek de kritik. Sanal bağlantılar yerine yüz yüze ilişkilere, anlamlı sohbetlere, kaliteli zaman geçirmeye odaklanmak. Amerikalı psikolog Sherry Turkle’ın dediği gibi: “Bağlantılıyız ama yalnızız. Asıl ihtiyacımız olan sohbet değil, sadece bağlantı.” Oysa derin, empatik, dinleyen bir sohbet ruh sağlığı için vazgeçilmez.

Toplumsal düzeyde ise topluluk hissini güçlendiren sosyal politikalar çok önemli. Joel Paris’in de belirttiği gibi, terapi kadar dostane ilişkiler ve topluluk dayanışması da ruh sağlığının ayrılmaz bir parçası. Yalnızlaştıran değil, birleştiren mekanlar yaratmak gerekiyor. Komşuluk ilişkilerini, mahalleyi, dayanışmayı yeniden canlandırmak.

İş yerlerinde de “her zaman erişilebilir olma” kültüründen vazgeçmek, çalışma saatlerini insancıllaştırmak, performans baskısını azaltmak, başarıyı yalnızca üretkenlikle değil, yaşam kalitesiyle ölçmek gerekiyor. Bazı İskandinav ülkelerinin uyguladığı daha kısa çalışma saatleri ve iş-yaşam dengesi politikaları bu konuda ilham verici.

Bireysel ve Toplumsal Çözüm

Yani aslında çözüm hem bireysel hem de toplumsal boyutta ve bütüncül bir yaklaşım gerektiriyor.

Prof. Dr. Yıldırımer: Kesinlikle öyle. Tek başına bireysel çaba yeterli değil çünkü sorun sistemik. Ama toplumsal değişim de bireylerin farkındalığı ve dirençi olmadan gerçekleşemez. İkisi birbirini beslemeli.

Yavaşlamayı, paylaşmayı, gerçek bağları ve insani değerleri yeniden kutsamayı öğrenmeliyiz. Tüketim toplumunun dayattığı “sahip olma” odaklı yaşam yerine, “olma” odaklı bir yaşamı tercih etmeliyiz. Daha az tüketmek, daha çok paylaşmak. Daha az dijital, daha çok fiziksel. Daha az performans, daha çok anlam.

Mutluluk tüketilecek, erişilecek, kazanılacak bir hedef değil; yaşanacak, deneyimlenecek, paylaşılacak bir süreçtir. Bunu anladığımızda, tükenmişlik sarmalından çıkmaya başlayabiliriz. Yunan filozof Epicurus’un söylediği gibi: “Mutluluk için çok az şey yeter ama bunu görebilmek için çok şey gerekir.”

Son olarak şunu eklemek isterim: Umut önemli. Evet, durum vahim ama çaresiz değil. Her gün bununla mücadele eden, alternatif yaşam biçimleri deneyen, topluluk oluşturan, dayanışma ağları kuran insanlar var. Değişim zor ama mümkün. Ve her birimizin bu değişimde rolü var.

Son Söz

Parlak ışıkların ardındaki sessiz çığlığı görmek cesaret ister. Tükenmişlik, bireysel bir zaaf, kişisel bir başarısızlık değil; içinde yaşadığımız çağın, kapitalist sistemin, performans toplumunun bize dayattığı bir hastalıktır. Bu hastalığı görmek, adını koymak ve onunla yüzleşmek, iyileşmenin ilk adımıdır.

Prof. Dr. Kürşat Şahin Yıldırımer, bu derin ve kapsamlı röportajda yalnızca akademik bilimsel açıklamalar sunmakla kalmadı; aynı zamanda modern insanın ruhsal yorgunluğunu, varoluşsal bunalımını anlamamız için güçlü, çok katmanlı ve umut verici bir perspektif ortaya koydu. Hem sosyolojik hem psikolojik, hem bireysel hem toplumsal boyutlarıyla konuya yaklaşımı, soruna bütüncül bakmamızı sağladı.

Bu derin, düşündürücü ve aydınlatıcı değerlendirmeleri, samimi ve içten paylaşımları için kendisine sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Prof. Dr. Yıldırımer’in tükenmişlikten ilişkilerde iletişime, çift terapisinden toplumun görünmez yaralarına, travmadan bireysel dönüşüme uzanan geniş bir yelpazedeki birçok yazısına ve makalesine, kendi web sitesinde yer alan blog sayfası üzerinden ulaşabilir, modern yaşamın psikolojik ve sosyolojik dinamikleri hakkında daha kapsamlı okumalar yapabilirsiniz.

Prof. Dr. Kürşat Şahin Yıldırımer’in yazılarına, makalelerine ve araştırmalarına ulaşmak için: ayaktangelensaglik.com

Not: Bu röportaj, ruh sağlığı farkındalığını artırmak ve toplumsal bir diyalog başlatmak amacıyla hazırlanmıştır.

 

Benzer Haberler
Sanat izleyicileri İstanbul’un romantik atmosferiyle buluşacak
Sanat izleyicileri İstanbul’un romantik atmosferiyle buluşacak
Tüm yatırımcıları ilgilendiriyor: Yeni kripto hesabı açanlargörüntülü görüşme yapacak
Tüm yatırımcıları ilgilendiriyor: Yeni kripto hesabı açanlargörüntülü görüşme yapacak
Venture Vibe Deep Tech Summit: Geleceği inşa eden teknolojiler Berlin’de konuşuldu
Venture Vibe Deep Tech Summit: Geleceği inşa eden teknolojiler Berlin’de konuşuldu
Ferec Motor İle Orijinal Yedek Parça Neden Hayati Önem Taşır?
Ferec Motor İle Orijinal Yedek Parça Neden Hayati Önem Taşır?
Modern Zamanların Yorgunluğu: Tükenmişliğin Sessiz Çığlığı  Prof. Dr. Kürşat Şahin Yıldırımer ile Özel Röportaj
Modern Zamanların Yorgunluğu: Tükenmişliğin Sessiz Çığlığı Prof. Dr. Kürşat Şahin Yıldırımer ile Özel Röportaj
Global Tourism Forum 2025 Brüksel’de dünyanın turizm liderlerini buluşturuyor
Global Tourism Forum 2025 Brüksel’de dünyanın turizm liderlerini buluşturuyor
Manisa Sondakika , Güncel Kent Gündemi
Manisada Haber

Reklam & İşbirliği: [email protected]

Hakkımızda
Copyright © 2025 Tüm hakları MANİSA HABER 'de saklıdır.